Pages

29.3.11

Me vs. Me

  Life is beautiful dinleyerek, neşeyle ve kendine güven duygusuyla başladığım gün, şu an itibariyle Not Strong Enough eşliğinde tersine dönmüş durumda. Ruhum bunalıma girdi 2 saatte, sebebi şarkı değil;

-2 haftanın derslerini kaçırmam (Aslında o çok problem değil, bi hafta kasarsam arayı kapatırım ama vizelerden korkuyorum)
-Bütün arkadaşlarımın bu yaz Work & Travel'la Amerika'ya gidecek olması ve benim çok ama çok istediğim halde, tam bir yurtdışı manyağı olduğum halde gidememem. (Bi insanın yapmak isteyip de elinde olmayan sebeplerden dolayı yapamadığı bir şeyi, yakınındaki birçok insanın yapması ve o kişinin tüm bunları sadece seyredebilmesi çok çok sinir bozucu birşey.)*
-Evin hala tamamlanamamış olması.
-Hala taşınamamış olmamız.
-Hangi eşyayı, nerden, nasıl alacağımıza karar verememiş olmamız.
-Evin içinde hurçlar ve kolilerle, ayrıca yarısı toplanmış yarısı toplanmamış eşyalarla oturmamız
-Alıp da bir türlü veremeyeceğimden korktuğum tam 5 kilo.

 Bunların hepsi; "Haydin toplaşalım da Zeynep'in canını yiyelim." diyip de beynimi kemirmeye başayınca, iyice bunalımın derinliklerine doğru bir dalış gerçekleştirmiş bulunuyorum. Yine karamsarlık anlarımın birinin zirvesindeyim yani anlaşıldığı üzere.

Ayrıyetten,

Kimseyle konuşamadığım,
           konuşmak da istemediğim,
                       zaten konuşsam da kimsenin anlayamayacağı bir konu var.

  Kimseyle paylaşmak istemiyorum çünkü paylaştığım zaman gerçekten ama gerçekten hiçbirşeyin değişmemiş olacağını zannetmiyorum. Herşeyimi paylaştığım anneme de bahsedip canını sıkmak istemiyorum çünkü zaten yeterince daralıyor. İçimde patlıcak yani. Off.. Çok boktan bir durum. Böyle sıkıntıdan patlıcak ya da ağlıcak duruma geliyorum, bakıyorum bakıyorum, çıkar yol göremeyince dua etmeye başlıyorum. Sahip olduğum şeyler için şükrediyorum. Düzelir elbet, Allah başka dert vermesin diyorum. Ve umut ediyorum. Yoksa başka türlü olmuyor, o düşüncelerle devam edersem intihara kadar gider çünkü ve ne kendi hayatımı ne de aileminkini zehir etmek gibi bir niyetim hiç yok, o yüzden de dışarıdan bakınca konusunun ne olduğu anlaşılamayacak şekilde bişiler yazıp içimi dökmeye çalışıyorum. Senin de görevin bu olduğuna göre şimdi dinle bakalım blog. Böyle düşününce rahatlıyorum biraz ve dert ettiğim şeylerin, başkalarının çok isteyip de sahip olamadığı, benim sahip olduğum şeylerin yanında çok ufak kaldıklarını görüyorum ve biraz sıyrılıyorum kasvetli, gri bulutlarımın arasından.

  *Ama yeni bir şey öğrendim ve biraz olsun Amerika konusunda rahatladım. Comenius diye bir proje varmış. Mezun olduktan sonra başvuruyormuşsun ve bir essay yazıyormuşsun, essayden aldığın puana göre ülke tercihi yapmıyormuşsun ve hangisine puanın yeterse o ülkeye gidip, 4 ya da 8 ay boyunca öğretmenlik yapıyormuşsun. Çok sevindim. Hem annemin de dediği gibi, ilerde çalışırken de bir şekilde gidebilirim Amerika'ya ya da başka bir ülkeye. İşte böyle ufacık şeyleri büyütüp büyütüp kendimi yediğim için arada geliyorlar ama yine de şükretmekten vazgeçmiyorum ve hayatımı gerçekten seviyorum.

  Burcumun özelliklerinden olan "Bir anının, bir anını tutmaması" durumunu yine ve yeniden sergileyerek, buhranla başladığım yazımı, iç rahatlığıyla ve Still Loving You ile bitiriyorum.

                                                      Ben böyle kendi kafasının içinde;
                                                      Bi koşup oynayan,
                                                      Bi küsüp ağlayan,
                                                      Bi parti verip coşan,
                                                      Bi kızıp oturan,
                                                      Bi gülüp mutlu olan,
                                                      Değişik bir kızım.

21.3.11

Dedikodu huuu vs. Begüm huuu

Yine Digiturk'ün benle yine kafa bulduğu anlardan birindeyim. Yine şansa kumanda paneli açıldı, yine blogtaysa yine tık yok. Yiter ama yine ya! Yine yayınlanmış halini yine göremeden yazdığım postlardan yine birindeyiz.
  4 gündür fuardayım, çalışmak acaip güzel bişi lan. Hem eğlenceli, hem beleşe ziyafet çekiyorum, hem ingilizce konuşuyorum (hobimdir kendisi), yeni insanlarla tanışıyorum, süslenip püslendiğim için kendimi iyi hissediyorum, değişiklik oluyor, üstüne üstlük bi de para kazanıyorum iyi mi? Valla çok iyi :D Para kazanmak süper bir duygu. Böyle kendi ayaklarımın üstünde durabildiğimi görmek güven ve mutluluk veriyo, böyle garip bir havalara giriyorum. Neyse. Bu fuarda, firma rekor kırarak 4 günde 4 manken değiştirdi. Hiçbirini beğenmedi, kimse işini doğru dürüst yapamamış dediklerine göre. O yüzden bol bol, çeşit çeşit manken gördük. Yalnız varya öyle birşey ki, bir ortamda 2 kişiden fazla insan varsa, orda kesinlikle olmazsa olmaz tek bir şey varmış, o da DEDİKODUUU, huuuuu. Aman Allah'ım yaa millet ne çok seviyo insanların arkasından konuşsun. Çok kıl bi durum ama ya, yiyosa yüzüne söylesene. Benim prensibimdir, birisinin yüzüne karşı söyleyemeyeceğim şeyi arkasından söylemem. Ya arkasından konuşurum da, karşıma gelip "Ne dedin sen ha ne dedinn??" dese, yüzüne karşı da söyleyebileceğim şeyleri konuşmuş olurum, öyle yani. Orda da ikiye ayrıldı hatunlar, biri manken grubu, diğer firma çalışanları grubu. Ben de kuzu-tavuk vs. çevirmeni olarak arada kaldım gibi bişi. Her iki taraftan da kızlar gelip gelip karşı taraf hakkında bişiler söyledi durdu. Ben iki tarafla da muhabbet ettiğim için olayları biliyordum. Bi o öbürünün hakkında birşey söyledi, bir öbürü onun hakkında birşey söyledi filan. Ben bütün olayların aslını bildiğim halde, geçmişte yediğim kolum kadar kazık sonrası aklımın başına gelmiş olmasından dolayı, "Aa öyle miymiş, hmm bilemicem, yaa Allah Allah" filan tarzında şeyler söyleyip geçiştirdim. İçimden de "Haha sen bunu diyon ama o da senin için bunu bunu dedi aslında." filan diye geçirdim, durdum. Günah be, biraz az dedikodu yapın. Yoksa siz de benim gibi saf mısınız, herkese anlatıyorsunuz? Ya ben de "sizin gibi" dedikoducu olup, gidip onlara anlatsam söylediklerinizi, ne halt yiyciğiniz? Allah'ım yarebbim. Bu insanlar çooook garip vesselam.

  Bir de kızlarla konuştuk da, şu erkekler meselesi de çok karmaşık ya. Kimi diyo ki elde edene kadar çok uğraştıcaksın ki sonra değerini bilsin, kimi diyo 2 adım geri 1 adım ileri yapıcaksın, kimi diyo bir yüz vericeksin bir tavır yapıcaksın falan felan filan. Ayyy ne zor be. Niye herkes kendisi gibi olumuyo ki? Eski bir yazımda dediğim gibi, neden illa bir strateji uygulamak zorundayım ki ya? :S Valla çok kafam karıştı nasıl davranmam gerektiği konusunda, dur bakalım karşıma biri çıkarsa ne halt ediciğim göriciğiz.

  Bir kızla tanıştım orda. Beraber çalıştık 4 gün. Son iki gündür o kadar çok sohbet edip güldük ki kanka olduk çıktık nerdeyse. Ben yine hemen, saf düşüncelerimden kurtulamamış bir halde "Aa ne güzel arkadaş oluruz biz bunla, ne iyi kız" filan diye düşünmeye başlamıştım ki annem; "Hemen güvenme yine öyle herkese." dedi, kafam karıştı. Annem hisleri korkulacak derecede kuvvetli olan ve dediklerinin hiçbirinin doğru olmadığı görülmemiş doğaüstünümsü (popomdan kelime de türetirim ben) bir kadın olduğu için, söyledikleri, atasözlerinden, özdeyişlerden, falandan filandan çok çok daha önemlidir benim için. Şimdiye kadar o kızla konuştuklarımızı, söylediklerini, öğrendiğim şeyleri, davranışlarını filan düşünmeye başladım sonra. Hımm.. Acaba nasıl biri olabilir bu kız nerden bilicem ama ben ya? Dışarda da görüşecektik, içecektik, sohbet edecektik filan. Neyse artık, gardımızı alarak bekliyip, görücez bakalım. Ay siz insanlar neden böyle bu kadar karmaşıksınız ama ya? Cümlemden çıkarılacağı gibi, insan olmayan bir yaratık olarak sizi hiç anlamıyorum, bir gün anlayabilecek miyim onu da bilmiyorum.

  Herneyse, paramı da aldım, çok da güzel vakit geçirdim, oh yandan.

18.3.11

Slashhhhh!

Bir çiftetelli sonrası; 

  Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde kendi aleminde bir kız varmış. Bir gün bu kızın canını sıkan birşeyler olmuş, sinirlenmiş, kızmış, kafayı yiyecek gibi olmuş. Napsam napsam diye düşünürken bir kalem, bir defter ve bolca zaman bulmuş, başlamış yazmaya. Yazmış yazmış yazmış, içinde ne varsa dökmüş, kağıdın anasını ağlatmış. Bakmış pek bir hoşuna gitmiş yazmak, yazdıkça rahatlıyo, kendini iyi hissediyor filan, her bulduğu fırsatta aklından geçenleri yazmış da yazmış. Sonra demiş; "Lan ben bi blog açsam ya, oraya yazar otururum." Sonra girmiş blogger'a, kullanıcı adıydı, blog başlığıydı, http adresiydi ne olsun diye düşünerek saatler süren bir uğraş sonucu açmış nihayet blogunu. Bütün öfkesini ordan kusmuş, sinirini ordan çıkarmış, içini dökmüş, üzüntüsünü paylaşmış, düşüncelerini yazmış, karmaşalarını aktarmış, mutluluklarını paylaşmış... Kız, aklı her boş olduğunda bişeyler düşünürmüş, sonra yine demiş ki; "Ben bu düşündüklerimi de yazayım." Şimdiye kadar heep birşeyler düşünmüş olduğu için bunları yazmak, onları ölümsüzleştirmek gibi gelmiş. Bu yüzden vazgeçilmez olmuş onun için yazmak. Böyle herşey lalala tarzında giderkennn, bir gün bakmış ki insanlar postlarında; "Lan digiturk Allah seni napsın emi, Düşünce özgürlüğüne noldu?, Pire için yorgan yakmak hangi zihniyette var?, Kalemlerimizi kırma, 'Bloguma dokunma' " yazar olmuş. Kızımız da araştırmış, bakmış ki, Digiturk'ün yayınladığı maçları beleşten izlemek için illegal yoldan link paylaşan bikaç blogger yüzünden, Digiturk tüm blogları toptan kapatmış. Dns ayarlarını değiştirince düzeliyormuş filan. Ama kızın bloguna birşey olmamış, Allah Allah demiş niye benimki kapanmadı ki acaba diye düşünmüş, unuttular benimkini heralde hehe ya da ben seçilmiş insanalardanım demiş. Sonra aradan kısmen uzunca bir zaman geçince unutmuş gitmiş. Derken günlerden birgün kızımızın aklına yine birşeyler gelmiş, demiş ki yazayım hemen. Ama blogger.com'a girince bir de ne görsün. Bembeyaz bir sayfanın ortasında kırmızı harflerle nal kadar "BU SİTEYE ERİŞİM MAHKEME KARARIYLA ENGELLENMİŞTİR." yazısı var! Lann demiş, bu nerden çıktı şimdi? O kadar zaman sonra ne alaka? :S Zırlamış, sızlanmış felan, dns ayarlarıyla oynamaması gerektiği için de elinden beklemekten başka birşey gelmemiş. Günleeeerr geçmiş, kız blogunu bir özlemiş bir özlemiş ama ne fayda. Yaşadığı ülkede herşey o kadar mantıklı ve düzen içerisindeymiş ki, kız beklemekten başka bir yol bulamamış. Youtube gibi belki birgün açılır umuduyla bekleyip, Facebook'ta mal mal amaçsızca dolaşırkeenn, içinden ilahi bir dürtü git Blogger kısayoluna tıkla demiş. Gitmiş tıklamış. Anamm bir de ne görsün, KUMANDA PANELİ! Açılmış yav açılmış diye çiftetelli oynamaya başlamış. Sonra çok sevdiği bloguna kavuşmuş olmanın verdiği heyecanla başlamış amaçsız bir post yazmaya. Yaşadığı ülkede binbir türlü absürd hikaye olduğu için, ben de bir hikaye yazayım bari demiş. Yazmış. Sonuna bir de sosyal mesaj sıkıştırmış;



  Derkeeeennnnn, henüz laf oturtmuş olmanın ve nanik yapmanın verdiği havayı yaşayamadan, Digiturk'ün karşıdan ona şakkk diye bir ses eşliğinde "nahhh!" yaptığını görmüş. Postunu yayınlamadan önce önizlemek isteyen zavallı kız yine o nal gibi kırmızı yazıyla karşılaşmış, hassssbinallah diyerek bir de baksın ki, kumanda paneli açılıyo da blog açılmıyo. Allah'ım neydi günahım diyerek, ne kadar saçma sapan şeylerin yapıldığına hala bile alışamamış olmasının getirdiği gıcıklıkla, yazdığı postu blogunda göremeden yayınlamış. Sonra bu sefer de Digiturk bi sosyal mesaj sıkıştırmış;


Bu arada;
"ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!"

11.3.11

Spring Sweet Spring

Nature! I hail to you with this poem to bring the spring as soon as you can;


There's a pleasure in the woods,
There's a rapture on the lovely shore,
There is society, where non intrudes,
By the deep sea, and music in its roar:
I love not man less, but Nature more.
                                                         



7.3.11

The moment of Realization Vol 2.

  An itibariyle ne kadar maymun iştahlı biri olduğumu anladım. Ben de tüm insanlık gibi evet maymun iştahlıyım. Yarım saat önce açlıktan ölme durumundayken, şimdi, midemdekilerin fazlalığı dolayısıyla nefes almakta güçlük çekiyorum. Halbuki yemek yemeden önce, tüm düşündüğüm birşeyler yemekti. Burdan yola çıkarak baktım ki, hep birşeyler istiyoruz, arzuluyoruz, elde edene kadar elimizden gelen herşeyi yapıyoruz. Belki takıntı haline bile getiriyoruz. Ama elde edince neden bir anda o şey, artık o kadar da değerli olmuyor? Daha iyisini elde edebilmek için mi? E o zaman, daha iyisini elde edince onun da daha iyisi olmayacak mı? Hep more, more, more... Sonu yok ki bunun.

  İlişkilerde de hep anlayamadığım nokta bu oluyor. Genellikle oğlan, kızın peşinden koşar koşar koşar. Bazen aylarca, çok nadir de olsa yıllarca uğraşır kızın beğenisini ve kabulunu kazanabilmek için. Sonra bir gün gelir ve kızı elde etmiş olur. O an çok mutlu olur. Sonra zamanla alışmaya başlar ve öyle bir olur ki, artık elde etmeden önceki önemini yitirmiştir o kızla birlikte olmak, onun sevgisine sahip olmak. Şimdiii etrafımı bir, sorular silsilesi sardı; Ben birisini ömür boyu peşimden mi koşturtmalıyım, onun için her zaman değerli, önemli kalabilmek için? Bir şeyin önemini, ona ulaşmak adına yaşanılan zorluklar mi belirliyor? Ya da aslında ona hiç ulaşılmaması mı lazım, hep önemli kalabilmesi için? Bunun sebebi nedir? Maymun iştahlılık mı? Doyumsuzluk mu? Alışmak mı? Nedir?

   Ha bir de benim mantığını hiçbir zaman anlayamadığım bir cümle var; "Şu, bu, o, olsun başka birşey istemiyorum." O an itibariyle o istenilen "şey" her ne ise, çok önemli oluyor, ama o şey olduktan sonra, bu sefer başka "şey"ler için "Şu olsun başka birşey istemiyorum." deniyor. Bu benim biraz da, "Yaz gelsin hiç of demicem." diyerek her yaz geldiğinde of demem ve bu sefer de "Kış gelsin bu sefer of demicem." diyip, kış geldiğinde yine ve yine "Off" dememe benziyor, ya da çok beğendiğim bir şarkı için, "Bu şarkıdan hiç bıkmam." diyip de, yaklaşık 20 dinlemeden sonra bıkmama. Ama yine de bir insanın sevgisini kazanmak için uğraşıyorsam ve bir şekilde kazanıyorsam, o kişi önemini yine de yitirmez benim için. Herkesin, her zaman, herşeyin değerini bilebilmesini isterdim.

5.3.11

Deli amca İsmail.

 Bugünlerde sinirimi ev meselesi bozuyor. Yeni evin tamamlanması sarkıyor da sarkıyor. Şu anki evdeki yaşantımızsa trajikomik doğrultuda ilerliyor zaten. Anlatsam komedi dergisi olur. Apartmanın ektra bok kokulu olduğunu çevremizde bilmeyen insan kalmadı. Evin 3 tarafı havayla çevrili olduğundan dolayı kutup dairesinde yaşıyormuşuz sanıyorum bazen. Tepesi de açıklık, püfür püfür mübarek, yazın da bütün sıcaklık olduğu gibi evin içindeydi. Mutfakta ağzımızdan duman çıkıyor, yatak odasını da depo yaptık, kolilerle falan dolu. Soba yakmayı da öğrendim, ama ne zaman ben yaksam, tütüyo lanet şey. Yeni eşyalar aldığımızdan, eskilerini sırayla kırıp kırıp yakıyoruz. Şohbenin sigortası atıp duruyor, bana ayrıca bir garezi mi vardır nedir, hep de bende atıyor. Köpüklü kaldığım günlerin sayısını unuttum, zatüre olmadan kışı geçirebilirsek çok mutlu olucaz ailecek. Apartman zaten ayrı bir şenlik meydanı. İnsandan çok, kedi ikamet ediyor. Kokusu da mis gibi, çiçek bahçelerinden kopma gelme!

   En alt katta da ihtiyar bir adam yaşıyor ki, yazıya konu olan İsmail amca. Aklı uzun zaman önce uçup gitmiş. Hatta biz bu eve taşınırken baya olay çıkardı, evi kendisine ait sandığı için, izin vermedi eve geçmemize. Gerçek sahipleri de Belçika'da olduğu için beklemek zorunda kaldık. Ne zaman eve girmeye çalışsak yolumuzu kesti falan, hatta karakolluk olduk, polisler bile geldi kapıya, öyle manyak bi adam. Kimse için ölsün inşallah diye beddua etmemiştim ama o adam için demiştim bunu yolumuzu kestiği gün. Ev sahipleri gelince, bikaç resmi belgeyle falan filan adamı ikna edebildik de girebildik eve. Sonrasında alıştık tabi, sataşmadı bize. Kurban bayramında adettir, sevaptır diye biraz et yemeği götürdük adama, daha doğrusu götürmek için ben kurban seçilmiştim. Kapısını çaldım bekledim, kapıyı açtığındaysa daha, evin içerisinin tamamen bir çöplükten ibaret olduğunu görmenin yarattığı şoku atlatamadan, adamın kapıyı donla açtığını farketmenin verdiği bir şoku daha yaşadım. Çıplak adam görmüşlüğüm yetmiyomuş gibi, bir de yaşlı olanını gördüm. Neyse tabakları eline tutuşturup kaçtım resmen. Sonra İsmail amca bize daha bir ılımlı davranmaya başladı sanki. Geçenlerde sabahın 6sında eve dönerken, sokakta onu koştururken gördük. Bir de değişik bir yürüyüşü var, penguenimsi. Boyu da kısacık, o şekilde hızlı hızlı yürürken çok komik gözüküyordu. Baktık ezan okunuyor, elinde tespih sabah namazı kılmaya camiye koşuyormuş meğer. Ben dine çok önem veririm, içerim filan ama inancım iyidir. Maneviyat olmasa, insanlar yaşamasın ki zaten. Neyse, o gün de ben İsmail amcaya karşı daha ılımlı yaklaşmaya başladım. Yani ben yaklaşmadım da, düşüncelerim yaklaştı.

  Babam da onu geçenlerde, taa Otogar'ın orda görmüş. Kimsesiz, fakir ve yaşlı olduğu için, o adamın orda oluşu şaşırtıcı geldi tabi. (Otogar bize arabayla 10 dk. mesafede) Meğer yemek almak için aşevine, taa oraya kadar, YÜRÜYEREK gidiyormuş! Havanın Sibirya'daki gibi soğuk olması da cabası. Bunu duyunca nasıl içim cız etti anlatamam. Hatta abartmıyorum ağlayasım geldi. Yine hayatın adaletsizliğine içimden lanetler okuyarak olayın devamını dinledim babamdan. Babam "Ne işin var buralarda?" diye sormuş, o da "Yemek almaya geliyorum." demiş. Babam "Olur mu öyle şey, biz veririz sana yiyecek birşeyler." demiş, o da "Vermiyorlar ki amaa." demiş. Zaten insan yaşlandıkça çocuklaşıyor, bir de bu adam deli. İçim cız etti de etti.

  Ertesi gün yemek yapılırken hemen onun payı ayrıldı, tabaklara konup soğumadan aşağı indirilmesi için bana talimat verildi. İndim, tepsiyi uzattım, çeşitlerin bolluğunu görünce ilk defa gördüğüm gülümsemesiyle; "Kim geldi misafirliğe?" diye sordu, "Kimse.." dedim gülümseyerek ben de. Hafif titrek elleriyle aldı tepsiyi benden, baktım gözlerinin içi gülüyordu. "Allah razı olsun." dedi, teşekkür etti, kapadı kapıyı. Yukarı çıkarken gözlerim dolmuştu. Yapayalnız, hayalsiz, amaçsız, alaylara maruz kalarak, yoksulluk içinde geçen bir hayat. Biz de hala şikayet edelim hayatlarımızdan. Kimilerinin of, puf, ıy dediği, varlığının değerini unuttuğu şeylere muhtaç olan, yokluğunu çeken tonlarca insan varken, bizim şımarıklıklarımız, bencilliklerimiz, doyumsuzluklarımız geldi aklıma. Düşündüm durdum, sahip olduğum herşeye bir kez daha binlerce şükür ettim.

  Boş tabakları verecekmiş bize, yolda görünce söyledi geçen gün. Bir ara inip alacağım, umarım kapıyı donla açmaz...

3.3.11

Bunalım takılıcam işte


Öyle şeyler oluyor ki, öyle karmaşalar filan oluyor ki beynimin içinde kime anlatacağımı bilmiyorum. Anlatmak isteyip istemediğimi de bilmiyorum. Anlam veremiyorum bazı düşüncelerime. Sıkıldım bazılarından, ama bırakmıyorlar bir türlü. Sonra bazıları hep kandırıyorlar beni. Hele bir kısmı var ki o düşüncelerin, çok şaşırtıyor beni. Ruh halim dengesizleşiyor. Bir mutlu oluyorum, bir mutsuz. Bazen ne istediğimi de bilmiyorum, ne beklediğimi de. Hele bazen birşey bekliyormuyum onu da bilmiyorum. Hep birşeyler geçiyor sağımdan, solumdan, bazen de önümden. Ben anlamadan haşır neşir oluyor çevremdeki herşey beni dışlayıp da. Bir de zaman geçmiyor sanki, hani şu 2 ay bir an önce geçse diyorum ama sonrasındaki 2 yıl olabildiğince yavaş geçse. Ben dur desem zaman dursa. Geç desem geçse. Kendimi yönetebilsem keşke tamamen. Bazı insanlardan mutemadiyen kurtulsam. Ölmesinler tamam ama ne adlarını duyayım, ne yüzlerini göreyim. Gelmesin kimse benim istediğim dışında. İstemediğim şeyler yaşatmasınlar. Of işte ara ara gelmesinler bana da böyle. İçim sıkılmasın. Saçmalıyorum sonra...

1.3.11

Daily Stuff Last Vol.

  Taaaa geçenlerde tiyatroya gittiydik. Bilet sırasında beklerken, yaşlı bir teyze gördük. Elinde kalan fazla bileti birilerine satmaya çalışıyordu. Yanımıza geldi, bana şöyle bir baktı baktııı ve acıyan gözlerle; "Siz talebesinizzz!" dedi. Sonra da "Tamam" dedi, döndü gitti. Tek bakışta anladı halimizi teyzem ya. Ama o kadar ezik mi duruyoduk ya?? Özellikle ben?

  Geçen bir arkadaşım facebookta şöyle yazmış; "Dikkat ettim de toplu anı fotoğraflarında arka fondan yeniçeri bıyıklı amcalar geçer mesela." Hakkaten ama, hep fotoğraf karemizi bozmak için arkadan bıyıklı, göbekli bi adamlar ya da alakasız, şaşkınımsı bakışlı insanlar geçer. Ama şimdi haksızlık etmeyeyim ya, benim de çoğu kişinin fotoğrafının içine etmişliğim vardır. Bakarım ki kaçmaya zaman yok, bi şekilde fotoğrafın bir köşesinde gözükücem, çaktırmadan, görmüyormuş gibi yaparak, o tarafa bakmamaya özen göstererek yüzüme bi gülümseme yerleştiririm, "Farketmeden dahil olduğum fotolarda bile güzel çıkarım yani." dercesine. Haha. Kim bilir kimlerin masasının üstüne yer alıp, kimlerinin aile albümünün, gezi fotoğrafının arka fonunda figüranlık yapmışım, kimlerin romantizmini bozup hehe, kimler tarafından boş bi anımda yakalanıp çekildiğim fotoğraflara bakarken dalga geçilmişimdir.

  Ben acıkmamm, uykum gelmezz, susamam filan. Nasıl bir yaşam formuyum lan ben? Ha bir de 4 günde 1 su içerim. Çember gibi, televizyon tarihinin ennnn yaratıcı ve mantıklı yarışmasına katılsam kesin birinci olurdum, evet.

  Kayıp Sembol'ü bitirdim. Dostum Brown beni tamamıyle hayal kırıklığına uğrattı. Sonunu hiç tahmin etmediğim bi şekilde bağlamış. Hiç tatmin edici gelmedi bana. Kafamda hala çözemediğim bir sürü nokta vardı kitabın son cümlesini okuyup, "Nasıl ya?" dediğimde. Halbuki, olayın tam ortalarında filan, olaylar ve anlatım tarzı acaip sürükleyici ve etkileyiciydi. Bi kitabın ya da filmin iyi olup olmaması sonuna bağlıdır bana göre, Başları ya da ortası ne kadar süper olursa olsun, sonunu beğenmezsem, o yapıtın tamamı boştur benim için. Allah'ım çok acımasızım. Sonlarını okurken kendimi kaptırdığım, nabzımın hızlanarak, yayıldığım yerden doğrulduğum kitaplarını düşününcee, ı ıh olmamış bu bebeğim.





      Farkettim de, mavi göz fetişistiyim ben, evet.





  Telefona baka baka yolda yürürken bi gün araba çarpıcak diye korkuyorum. Ama görüyorum da, böyle yapan tek ben değilim. Hatta geçen gün, benim gibi mesaj çekerek karşıdan gelen biriyle, anca burun buruna gelince durabildik. Yakında, çarpıştıktan sonra, düşen kitaplarını toplamak için birlikte eğilen ve kalkarken gözgöze gelip de aşık olan çocukla kızın yerini, çarpıştıktan sonra, düşen telefonlarının dağılan parçalarını toplamak için birlikte eğilen ve kalkarken gözgöze gelerek aşık olan çocukla kız alacak.
 
  Bu ekstra bok kokulu apartmandan bıktım artık, Allah burda sürekli yaşamak zorunda olanlara sabır versin. Geçen gün sobayı yakayım derken evi de yakıyodum zaten az kalsın. Elimde tutuşturduğum gazeteleri sobanın içine atana kadar elim de tutuşacaktı. 3,5 attım lan. Heryer koli, hurç ve poşetlenmiş eşyalarla dolu, hem de evin bitmesine hala daha 1 ay varken. Düşünebiliyor musun blog, nasıl zevkli böyle bir ortamda yaşamak! Ama doğduğumdan beri ilk defa adam gibi zili olan bi evde oturcaz inşallah. Zil çalıcak, ben "kimoooo" dicem, o kimse de "benimmm" dicek, ben de çok anlıcam sanki o "benim" diyince kim oduğunu; sonra da "haa tabi yaa sensin nasıl çıkaramadım pardon bebeğim" dicem, zile bascam bzzzt dicek açılcak, sonra isminin "bizim" olduğunu düşündüğüm şahıs bize gelicek oleyy.

  B.o.k.; Biriyle Olma Korkusu imiş. Anlamıştık zaten onda bi bokluk olduğunu, haha.

  Keşke insanların içini gösteren aynamsı bişeyler olsaydı. Ay yok sapık değilim, içini derken kalbini, düşüncelerini filan gösteren aynalardan yani. Ya da bi düğme falan da olabilirmiş. Böyle ne kadar fırsatçı, ikiyüzlü, art niyetli insan varsa o düğmeler kırmızı kırmızı yanıp sönseydi. Çünkü hayır, gözler kalbin aynası filan değil.

  Kısa bir süre içinde, 2.kez bana, bir toplu taşıma aracında yer veriliyor. Laann, yaşlanıyomuyum ben şimdiden?? Ama daha 21 bile bitmedi :(Tamam Allah razı olsun, iyilik ediyorlar ama, depresyona giricem. Hayır anlamıyorum ki, hani yakışıklı veya genç erkekler yer verse, etkilemek için filan yapıyorlar dicem ama öyle kocaman kocaman amcalar yer veriyor ya. Umarım, orta yaşlı bir kadın gibi gözükmekten çok, kendinin iki katı ağırlığa sahip olan çantasını taşımakta zorlanan bir kız gibi gözüktüğümden dolayı yer veriyorlardır. Zaten saçımda da 2 beyaz tel yakaladım, iyice moralimi bozuyorlar.



  Çoğu kişinin aksine, ben tatildeyken "off" durumuna geçiyorum. Okul varken filan daha aktifim, annemle birşeyler yapıyoruz, arkadaşlarla geziyoruz falan. Tatildeyken, "Oo yea hadi gezelim, eğlenelim, okul da yok" diyip çoşan insanlardan olamadım uzun zamandır. O gün evdeysem, pijamasını bile akşama doğru çıkaran, makyaj yapmayan, saçını öylesine bi toplayan pasaklı kızın teki olur çıkarım.




  O biiirrr, kendi kendine yüzük takıp, "Bakın nişanlandım ben" diye ortalarda dolaşabilitesi olan biriiii. Fake olmadığını iddia eden 2. gencimiz.

Günün sözü -> Dış görünüşe önem verme. Elektrik süpürgesine bak, içindeki tüm pisliğe rağmen hala çekici. (evet insanların ikiyüzlülüğüne takmış durumdayım.)
Günün şarkısı -> One Republic-All Fall Down
Günün atfı -> "How passionately we love everything that cannot last; the dazzling crystallory of winter, the spring in bloom, the fragile flight of butterflies, crimson sunsets, a kiss and life..."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...